26 Mart 2018 Pazartesi

Ben ASR-I SAADET'te yüreği ve benliği kalmış Peygamber kardeşiyim. Zira O'nu görmeden iman edenler bizatihi Peygamber'in söylemiyle O'nun kardeşleridir. Lâkin Rasulullah'a kardeş olabilmek hakkıyla sıkıntılı ve zorlu, ısırıcı bir durumdur. Canını seven, canı kıymetli olan buna dayanamaz. Fakirlik, belâ ve hastalık mü'minin peşini bırakmaz. Sabırlı olmak gerek, sabırlı olalım ki en büyük başarıya Allah'ın izni ve yardımıyla ve lütfuyla ve sevgisiyle erişebilelim.
Selâm ve Duâ ile...
Ergin Ustaoğlu

10 Mart 2018 Cumartesi

BİREY VE DEVLET ÜZERİNE - II

Tarih boyunca tüm felsefî argümanlar, insanların zihin dünyasına vurulmuş birer prangadır. Felsefe, rasyonel zeminde bir tutarlılığa erişmesi imkânsızdır. Bunun en göz önünde bulunan kanıtı her filozofun birbirinin mükezzibi(yalanlayıcısı) olması gerçeğidir. Kütüphânelerin felsefe kısımlarında bulunan raflardaki kitapların ne kadar çok olduğuna bakılırsa durum gâyet net olarak idrak edilecektir. Üstelik bu kitaplardaki cümle yığınlarının birbirlerine karşı kılıç çekmiş birer düşman konumunda olması, bu yığınların tümden tutarsızlıklarla dolu olduğunun en bâriz kanıtını teşkil eder.

Analitik olarak incelenmemiş her olguya ait verilen hüküm acımasızca ve gaddarcadır. İşte bu filozofların yapmadan duramadığı bir eylemdir. Zîra filozof demek, analitik aklı devredışı bırakan kimse demektir. Belki tarihte bu durumun istisnası gibi görünen isimlerin yaşamış olduğu düşünülebilir; lâkin nihâyetinde onlar dahi filozof oluşlarının hakkını vermek, yani gözlemlenen olgulara ait acımasızca, gaddarca ve hatta bencilce hüküm vermekten kendilerini kurtaramamışlardır. 

Tarihte filozof olarak ünlenen Sokrates'in felsefeden anladığı sadece insan zihninin özgürleşmesi için insana sorular sorarak analitik aklı zinde tutma çabasıydı. İşte bu anlamda Sokrates bir düşün adamı fakat modern felsefe her ne kadar onu sahiplenmeye çalışsa da hakiki anlamda, günümüz kabullerine nazaran asla bir filozof olamamıştır. Zira ardından bir doktrin bırakmamıştır; fakat ne var ki o da idam edilmekten kendini kurtaramamıştır. Aydınlanma denilen karanlık çağın temsilceleri çok rahat bir yaşam sürüp ahkâm kesme yarışındayken, Sokrates'in neden idama mahkûm edildiği üzerine kafa yorulacak olursa Sokrates'in asla bir filozof olmadığı daha net anlaşılacaktır. 

Sokrates'i örnek verdik, zira birey olabilmesinin bedelini hayatıyla ödemek zorunda bırakılmıştır. Peki gerekçesi neydi? Devletin putlarını reddetmek; yani vakıayı günümüze uyarlarsak idam edilmesinin tek nedeni devletin resmi ideolojisine başkaldırmak, kısaca devleti tanımamak... İşte Sokrates'in idamının tek gerekçesi bu idi...

Bu itibârla devletler, insanlar üzerinde mutlak tahakkümü(rablik) gerçekleştirmek için Allah'ın mülküne sınırlar çizip sahip olma iddiası güden müşrik yapılardan ibârettir. Her müslimin bir birey olarak "Lâ ilâhe illAllah" sözünü kalben ikrarın neticesi olan Allah'tan başka hiçbir rab ve otorite kabul etmemesi, kıyâmet günü Büyük Mahkeme'de Hak Mevlâ olan Allah'a kendi âleyhlerinde bir sultan(kanıt) vermemesi ve ebedi hüsrâna düşmemesi için devlet denen zâlim müşrik tezgâhın otoritesini baştan reddetmek mecbûriyetindedir. Aksi hâlde o kişi ne Allah katında ne de gerçek mü'minler katında müslüman olarak adlandırılamazlar.

Selâm ve duâ ile...

*** Makâlenin devâmı gelecektir... ***

The Composer - Ergin Ustaoğlu










13 Şubat 2018 Salı

BİREY VE DEVLET ÜZERİNE - I

Devletler, kodamanların icât ettiği, kölelerden oluşturulmuş sürüler yetiştirme araçlarıdır. Devlet, başta eğitim kurumları olmak üzere, bilcümle geliştirdiği araçlarıyla, adına "devlet" denilen soyut bir kavrama "koşulsuz itaat"i, çocukluk çağından başlayarak her zaman ve mekânda insanların zihinlerine zerk ederek kişiyi, birey olma durumundan soyutlanmasını sağlar. Birey olabilmek kişinin kendi kendisine yetebilmesi durumudur. Bu durumun gerçekleşmesinden en şiddetli bir biçimde korkan devlet mekanizmasını işleten kodamanlardır. Zira birey olabilmenin biricik koşulu tam ve hakiki anlamda kişinin özgür olmasıdır.

Devlet bu koşulun tam tersini insanlara empoze etmek ve hatta buna zorlamak için geliştirilmiş bir kavramdır. Devletler başta mülki anlamda, insanlar üzerinde kolluk kuvvetleriyle tahakküm, modern tabirle hegemonya kurmakta ve mülkiyet hakkının gasbına vatandaşlarının(!) gönüllü olabilmelerini sağlayabilmek için de ideolojiler vasıtasıyla benliklere hükmetmeye çalışmaktadır. Bu itibarla devletler, günümüzün popüler deyimiyle ifade edecek olursak "faşist" olmak zorundadır ve tüm varlığını da faşizme borçludur. 

Devletlerin demokrasi kavramıyla halka "özgürlük" pazarlaması yapması ise bu faşizmin en korkunç boyutudur. Zira özgürlük, devletin veya herhangi bir kurumun, kişinin veya kişilerin ihsanıyla gerçekleşemez. Bu en korkunç yanılsamadır ve bu yüzdendir ki yanılsamaları kutsayan devlet, kendi çıkarına olan ve halkın çıkarına olmayan durumları demokratiklik olarak dillendirecek fakat kendi çıkarına olmayan fakat halkın çıkarına olan durumları ise antidemokratiklik olarak nitelendirip bu konuda halkı cezalandırma yoluna gitmekten de çekinmeyecektir. Zira yasaları halk dizayn etmez; yasaları ancak yasa yapıcı kurumları ellerinde bulunduranlar dizayn edebilir ki, onlar da kendi menfaatlerine ters düşen yasaları icat edemezler. Bunun nedeni ise devlet ile vatandaşın menfaatlerinin asla uyuşamayacağı gerçeğine dayanır. Zira tarih bize göstermiştir ki, devletler sürekli yıkılır ve yerine yenisi inşâ edilir. Aslında bu yıkılmayı mecazi anlamda devlete izafe ettik; aslında olan, devletin ideolojisinin değişmesi durumudur. Fakat ne var ki, insanlar tarafından bu, "yeni kurulan devlet" olarak algılanır. Aslı esasında işin özü şudur: Yeni egemen güçlerin, eski egemen güçlere karşı galip gelmesi yeni(!) bir devletin inşâsını zorunlu kılmıştır yani sadece kodamanların cisimleri yahut vasıfları yahut her ikisi de değişmiştir. Böylece devlet-vatandaş menfaatinin çakışmasıyla vatandaş tarafından dalga dalga büyüyen yeni bir kodaman sınıfının, önceki kodaman sınıfına baskın çıkmasıyla yeni kurulan(!) devlet, yeni egemen güçlerin belirlediği ideolojiyle önceki kodamanları yok eder ve devlet hayat bulmaya devam eder. Bunun adına da "devrim"(!) derler! Tarih tekerrürden değil bir döngüden ibârettir. Bu yüzden tarihteki tüm isimleri değişen devletler, "eski egemen güçler-yeni egemen güçler"in el değiştirmesi durumunun şaşmaz bir sonucudur. Hülâsa devlet aynı devlet fakat devletin vatandaşına uyguladığı dayatma yani ideoloji başka olmuştur!

Peki insan nasıl kendi kendine yetebilecek yani bir birey olabilecektir? İşte bu sorunun cevabını kapitalizm veya sosyalizm-komünizmde ararsanız yine devlet denilen zâlim yapının kurbanları arasına katılırsınız. Çünkü kapitalizm ve komünizm arasındaki tek fark, isimlerinin farklı olmasıdır. Kapitalizm-komünizm çatışması, sermayenin kimin elinde olacağına ilişkin kuru ve kısır bir tartışmadan başka bir şey değildir. Sermaye iki ideolojide de devlet vasıtasıyla hayat bulabilmesi zorunluluğundan, birey olabilmenin önündeki engeller olarak kalmaya mahkûmdur ve asla kabul edilemez!

Birey olabilmek, kendini gerçeğe ve adalete adayan ve bu uğurda ölümden asla çekinmeyen cesur yiğitlerin harcıdır. Bunu gerçekleştirebilecek yegâne sistem ise "idea" kelimesinden yani tutarsız düşlerden türeyen "ideoloji"ler değil, Tanrısal bilgi olan vahye yani Kur'ân'a teslimiyet yani İslâm'dır. Cenâb-ı Allah, Hûd sûresinin 1 ve 2. âyetlerinde şöyle buyurarak tam hürriyet ve istiklâlin reçetesini insanlığa deklare etmiştir:

 الَر كِتَابٌ اُحْكِمَتْ اٰيَاتُهُ ثُمَّ فُصِّلَتْ مِنْ لَدُنْ حَكٖيمٍ خَبٖيرٍ 

اَلَّا تَعْبُدُوا اِلَّا اللّٰهَ اِنَّنٖى لَكُمْ مِنْهُ نَذٖيرٌ وَبَشٖيرٌ


"Elif, Lâm, Ra... Bir Kitâb'dır: O'nun âyetleri hüküm verici kılınmış sonra herşeyi hikmete uygun yapan ve herşeyden haberdar olan (Allah) tarafından detaylandırılmıştır. (Bu) Allah'tan başkasına kul olmayasınız/kulluk etmeyesiniz (diyedir!) Şüphesiz ki ben O'ndan sizin için bir uyarıcı ve müjdeciyim!"(11/1-2)

Alıntıladığımız bu iki âyet, kişinin hürriyetinin yalnızca Allah'a kul olmakla gerçekleşebileceğini beyan etmektedir. Bunun sağlanması için de kişinin Allah'ın Kitâb'ına aracısız muhatap olması ve kendi hayatında nasıl yol alacağının hükümlerini detaylarıyla birlikte aklıyla idrak etmesi gerekmektedir. İşte kölelikten özgürlüğe kurtuluşun yani birey olabilmenin reçetesi ancak ve ancak budur!

*** Şimdilik bu kadar... Makâlenin devamı gelecektir...***

The Composer - Ergin USTAOĞLU



12 Şubat 2018 Pazartesi

MÜKEVVENİN NİDÂSI

Âleme bir bak nasıl ermiş birliğe,
Zor gelmez ademden Âdem, Hâlik'e;
Hiçlik kabul etmez tekvin-i hak,
Örülmüş sarmal ile bak vücûda erene!

Bir şehir ki içindekiler pek nahoş eylemlerdedir. Zira bilgiden üstündür eğlence avam kısmı için... Eğlence nedir peki o vakit? Yakın menfaatin kendisidir. Menfaatten öte ne ola ilimden başka? İnsanız ki ilmi severiz, hayvanlarsa başka! Bu şehir pek sisli, puslu; kalemimden akan mürekkep değil kan oldu. Acım, türlü türlü eğlencelerle sarmalandı. Lâkin acımı telâfi etmeye muktedir değildir aldatıcı eğlenceler! Acım mı; işte bir bütün olarak hepsi gerçekler!

Sordum karanlıklara; nûr, ziyâ, ateş nedir? "Nûr, dâimilik; ziyâ, nimetlik; ateş ise ibretliktir!" dedi. "Peki" dedim ve devamla "karanlıklardan maksat nedir?" dedim; cevap verdi: "Nûr, ziyâ ve ateşin olmadığı mekânda ben olurum!"

Sanma âlemi bir bütün ama yek,
Farklı tezâhürlerdir, işlevi ise tek;
Nispi kabil-i zerre-i eşrefe ilân eder,
Hâlik tektir, Ehâd'dır diyerek!

İşte eşrefin misâli... Eğlenceler aydınlatır şehvetli hayat yolunu; karanlıklar târif eder vechini hakka kâim etmeyi ve hâfızalarda yankılanmalı ki, eşrefin nefsi olursa hiçliğin mutlak karanlığında, Hakk'ın şaşmaz nûru kalbi aydınlatır o ânda!

The Composer - Ergin USTAOĞLU




11 Şubat 2018 Pazar

BİR HASRET HİKÂYESİ

Anlatmak isterim derdimi dağlara, ağaçlara;
görmedi âlem benim gibi bir bahtı kara;
İman davasında bir hayat ki bu çalkara;
Ya Râb! Tükendi takat ve açıldı gönlümde yara!

Hissiyât ummanı gönlümde bir hasret;
zannetmeden bileyim ki yolum cennet;
Garip Derviş'e sorsunlar nedir hasret?!
Allah'a vuslattır; can nedir ki bir emânet!

İşte cânım! Kurban edilmeye hazır;
Hayat dediğin zaten şehvet dolu hınzır;
Artık tükenmez kalemim, bende acı vardır;
Ya Râb! Gönlüme ektim bunca kahır!

İşte hüzün mâkâmında durur ney;
Sesler takılır kanca misâli peyderpey;
Nefsime ahdime mukâbil veremedim pey;
İşte budur saadetimi kurban ettiğim şey!

Bu satırlar nedâmet ehli bir ârife aittir;
Sürekli bozduğum ahdim nasıl bir ahittir?!
Şehvet ârifin sırtında bir pençedir;
Ârifin heybesinde olan ancak âzimdir!

Bir kırat dünyevî mutluluğun peşinde,
Gaflet mi ararsın?! Bundan başka ne?!
Kapılmadan asla ve kat'a ye'se;
yolda dik durup yürür kişi yiğitse!

Buhran doluları vuruyor iman zırhıma!
Şikâyetçi değilim ve olmam asla!
Ey Garip Derviş! Sırtını Rabbe yasla;
Kararı olmayan günleri geçirme yasla!

Nefsimde tatmadığım bir lezzet;
İnsana ne şeref katıyor ne de izzet;
İnsancıklar onun yoluna hasret;
Bir ârif için o çekilmez bir zillet!

Hak yarattı yoktan,
Derdi var etti haktan;
derdin aslı aşktan,
göremesek de Seni...

Yok olduk AŞK yolunda,
Yakınsın şahdamarımızdan da,
Divâne eyledin bizleri,
göremediğimizden Seni...

The Composer - Ergin USTAOĞLU
NE İDİK, NE İÇİNİZ?

Maddeden yaratıldı insan, madde ise "ol" emriyle var oldu. Madde sebeplere bağlı idi. "Ol" emri ise sebeplilikten bağımsız idi. Yalnız onun bu hürriyeti, mutlak manada olup tahayyülünün bile imkânsız olduğu bir cevherdi. Tanrı diledi ve "ol!" dedi ve böylece sebeplilik ve ona tam teslim "madde" meydana geldi ve böylece Tanrı, Zât-ı Akdeslerinin hiç bilinemeyecek bir mefhumunun karşıtı olsun diye âlemleri vücuda getirmiş oldu... O yüzden her şeyin benzeri vardır, Tanrı'nın ise yoktur; her şeyin çifti vardır, O'nun ise eşi yoktur. İlk sıfatını, Kitâb-ı Kerîm'inde Rahman olarak belirledi ki, yarattıklarına ikramını vurgulamak için; sonraki sıfatını da Rahim diye belirledi ki onlara verdiği ikramlarının onları esirgemesinin, bağışlamasının ve sevmesinin bir eseri olduğunu vurgulamak için... Sonrasında bütün övgüleri Kendi Zât'ına özgüledi ki, Zât'ının "İlk" ve "Son" yani Evvel ve Âhir olmasını hiçbir koşula mahkûm edilemezliğinin idrâkine eren o güzel kullarıyla dost olsun... İşte bu idrâk maddeden türeyen insanın, maddenin cevherini keşfetmesi yani insanın kendi özünü keşfetmesidir. İşte burada akıllar durur ve Zât-ı Yüce Allah'ı tespih nağmelerinden başka bir söz çıkamaz o kulun ağzından... O kişi gerçekten "kul" olduğunun şuuruna ermiştir ki, artık o kimsenin her anı secdedir, yani itaattir. O kul artık tam mânâda bağımsız olmuştur. Maddeyi gönlünden silip atan o yiğit kimseler artık "melekût" âleminin malı olmuştur. Sözleri hikmet, davranışları rıfk, işleri ise salih olmuştur. O yiğitlerin artık söyleyebilecek tek sözü kalmıştır:

"Bütün övgüler yalnız ve yalnız âlemlerin Rabbi olan Allah'a özgüdür!"